|
Köz'ün Sözü: 1 Mayıs Yaklaşırken Düzen ve Devrimciler |
 2007 yılının başından beri burjuva siyasetindeki iç çekişmeler ve hesaplaşmalar kızışıyor, yoğunlaşıyor. Görünürde bir ucunda Amerikancı ve sözde ılımlı İslam kisveli AKP’nin diğer ucunda Cumhurbaşkanı’nın, Silahlı Kuvvetlerin sözcülerinin ve onların sadık destekçisi zinde kuvvetlerin bulunduğu «Kemalist cephe»nin yer aldığı çatışmanın emareleri siyasal yaşamın her düzleminde karşımıza çıkıyor, alevleniyor. Bu iki kutup arasındaki dalaşı her iki taraf her düzlemde kendi alışık oldukları yöntemlerle sürdürüyorlar.
Her Zeminde Çekişme
Kemalistler beş yıldır çalmayı bırakmadıkları «rejim tehlikede!» çanlarının iplerine daha güçlü asılıyorlar. Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği “Tehlikenin Farkında Mısınız?” kampanyası Ocak ayının başından beri boyutlandırılarak sürdürülüyor. Cumhurbaşkanı Sezer Harp Okulu’nda jübilesini yaparken “Rejimimiz Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir tehditle karşı karşıya” diyerek bu kampanyaya katkı sunuyor. Ama kendilerini rejimin bekçileri olarak tayin edenler değişmese de değişen bir vurgu var: öteden beri şeriatçılık tehlike olarak gösterilirken şimdi en büyük tehlike olarak şeriatçılığın yerini «ılımlı İslam» almış görünüyor.
Çatışma daha çok laikliğin bekçileri ile İslamcılar veya şeriatçılara kapı aralayanlar arasında bir çatışma olarak şekilleniyor. Ama öteden beri, özellikle de Şeyh Sait ayaklanması diye adlandırılması tercih edilen Azadi önderliğindeki Kürt ayaklanmasından beri alışıldığı üzere ne zaman şeriat tehlikesinden söz edilirse aynı zamanda bir bölücülük vaveylası yükselir. Bu günlerde de dincilik tehlikesinden söz edenler aynı zamanda bir «Kürtçülük tehlikesi» ve «vatan bölünüyor» vaveylası yükseltmektedir. Böylece AKP ve arkasındaki ABD emperyalizmi dinci gericilik ve Kürtçülük tehlikesini körüklemek suretiyle devleti tehlikeye sürüklemekle suçlanıyor.
Bir yandan şeriatçılıkla, diğer yandan da bölücülüğe prim vermekle suçlanan AKP’nin de devletin derinliklerinde destekçileri olduğu gözden kaçmıyor. Gökten zembille değil ise de çuvalla inen gizli belgeler AKP’nin imdadına yetişiyor. Oramiral Özden Örnek’in ayrıntılı bir biçimde sergilediği darbe hazırlıkları kamuoyuna saçılmaya başlanıyor. Kimsenin yalanlamadığı darbe günlüklerinin yazarı hakkında hukuki işlem başlatmaya, hükümet yanlısı güçlerden kimsenin yüreği yetmese de Genelkurmay’a yönelik darbecilik suçlamaları giderek daha yüksek sesle telaffuz ediliyor.
Kemalistler kendi gündemlerini dayatmak için alıştıkları yoldan ilerliyor, darbe günlüklerini basan gazeteyi kendi yöntemleriyle susturuyorlar. ABD’de nispeten hizaya getirildiği için cumhurbaşkanlığı ve Irak operasyonu konusunda beklenenden daha yumuşak bir üslupla konuşan Genelkurmay Başkanı Silahlı Kuvvetleri doğrudan doğruya ilgilendiren konularda ise ikircimsiz bir tutum alıyor. Buna karşılık, özellikle bazı hedefleri açık seçik öne çıkarıyor. Nitekim bu basın toplantısından sonra darbe hazırlıkları ile ilgili günlükleri yayınlayan Nokta dergisi baskına uğruyor.
AKP ise kendisine borazanlık edenlerin sayısını arttırmak, etmeyenlerin akıbetini göstermek için başka bir yöntem izliyor. Pis işler çevirdiği yıllardır belli olan Sabah Gazetesi’nin hesaplarına tam da seçimler arifesinde yönelip el koyuyor, böylelikle Sabah’ı genel seçimlerin sonuna kadar elinin altında tutmayı güvence altına almış oluyor.
Burjuva sahnesinde çatışan bu iki kesimin sözcüleri kendi aralarında dalaşırken bir yandan birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmaya gayret ediyor bir yandan da sokağa el atıyorlar. Toplumsal hareketler içerisinde de kendilerini destekleyen, rakiplerini köşeye sıkıştıran müttefikler arıyorlar.
Ocak ayının sonunda Hrant Dink cinayeti ve ertesinde düzenlenen onbinlerce kişinin katıldığı gösterişli cenaze bu bakımdan AKP için önemli bir fırsat olmuştu. AKP cenaze töreninin ardından cinayetin sorumluluğunu orduyla, kemalistlerle ve diğer millici güçlerle temas içinde bulunan kesimlerin üzerine yıkmayı başarmış, kendini anti-şovenist olarak tanımlayan ve “Hepimiz Ermeniyiz” diye haykıran kitlenin desteğiyle «şeriatçılığa prim-bölücülüğe taviz» suçlamalarını bir süreliğine püskürtmeyi başarmıştı.
Buna karşılık geçtiğimiz hafta düzenlenen Atatürkçü Düşünce Derneği’nin amigoluğunu yaptığı Tandoğan mitinginde Ecevit’in cenazesinde istedikleri kalabalıkları toplayamayanlar bu sefer birkaç yüzbin kişiyle Ankara’da gövde gösterisi yaptılar. Bu anlamda Dink’in cenazesinin rövanşı alınmış oldu.
Tantanalar Sınır Ötesi Operasyonun,
Askeri Darbenin Habercisi Değil
Ne bu çekişmeler ne de bu çekişmelerin keskinleşmesi yeni olgular değil. Burjuva siyasetinde benzeri çekişmelerin olağan karşılanması gerektiği KöZ tarafından sık sık tekrarlanmıştı. Bugün de değişen bir durum yoktur.
Büyükanıt istediği kadar “kendi coğrafyamıza hapsolduk” “görev verilir ise başarıyla yerine getiririz” diye basın toplantıları yapsın, besbelli ki, Güney Kürdistan’a somut bir işgal hareketini TC kendi başına yapabilecek durumda değildir. Besbelli ki Kerkük meselesi bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin gündemine 2003 yılından Irak’ın işgalinin arifesinde yahut 2004 yılındaki Irak seçimleri sırasında olduğundan daha yakıcı bir şekilde girmemektedir. Dahası Amerika’nın ya da Avrupalı emperyalistlerin bu konudaki kırmızıçizgileri değişmemiştir. Türk Devleti’nin ise bölgede emperyalistlerden herhangi birine dayanmadan adım atma koşulları oluşmamıştır. Bu nedenle Türk Ordusu’nun kısa vadede Güney Kürdistan’a müdahale etmesi, ettiği zaman da dağı taşı göstermelik bir biçimde bombalamasının ötesine geçmesi ciddiye alınabilir bir olasılık değildir. Silahlı kuvvetlerin ve şakşakçıların Güney Kürdistan’a yönelik söylevlerini tümüyle iç politikaya yönelik olarak görmek gerekir.
Besbelli ki Türkiye’de bugün şeriatçı bir yükselişten söz edilemez. Hatta 28 Şubat’la sersemletilerek, tırnakları sökülmüş siyasal islamı savunan hareketlerin silkinip özlerine dönmesinden bile söz etmek mümkün değildir. Aksine AKP’nin ortaya çıkması ve güçlenmesi 28 Şubat’ın yan ürünlerinden biridir. Ama içinden geçtiğimiz dönemde bir askeri darbe, özellikle de yaygın biçimde söylendiği gibi ABD patentli bir askeri darbe olasılığının bulunmadığı da aynı şekilde açık olmalıdır. Bunun nedeni elbette kimi liberallerin iddia ettiği gibi “askeri darbe dönemlerinin kapanmış olması” değildir.
ABD’nin artık darbelerden uzak duracağı da elbette değildir. Sadece bugün bir askeri darbe hayaliyle yatıp kalkanların esasen ABD’nin emperyalist rakiplerinin uşaklığını yapanlar olduğunun ve darbeyle devrilmesi istenen hükümetin de amerikancı AKP hükümeti oluşunun altı çizilmelidir.
Besbelli ki kimilerinin Tandoğan’ı dolduran yüzbinlere bakıp Musollini’nin Roma Yürüyüşü’nü hatırlatarak kullandıkları “faşizm yükseliyor” umacısının da hiçbir maddi temeli yoktur. Tandoğan’da toplanan kitlenin karşı-devrimci bir faşist yükseliş sırasında faşistlerin yanında yer alacağına şüphe olmasa da bu kitleyi faşist bir partinin militanlarıyla karşılaştırmaya yeltenmek akla ziyandır. Tersinden bu kitleyi, darbe heveslilerinin iç geçirerek andığı, 27 Mayıs 1960 darbesi öncesinde 555K sloganıyla Kızılay’da buluşan hareketle ya da 28 Şubat sürecinde Refah-Yol hükümetine karşı düzenlenen uyarı mitingleriyle de kıyaslamanın imkânı yoktur. Bu eylemlere katılan kitle birincisinin militanlığına sahip değildir; ikincisi gibi bir sermaye ittifakı tarafından, örneğin 28 Şubat örneğinde olduğu gibi TÜSİAD-OYAK ittifakı tarafından desteklenmemektedir.
Bu bakımdan koparılan tüm tantanalara karşın tüm bu çekişmeleri burjuva siyasetinin olağan bir parçası olarak görmek gerekir. Türkiye içinde birbiriyle rekabet eden farklı sermaye grupları, Türkiye üzerinde paylaşım kavgasına tutuşmuş farklı emperyalist devletler bulundukça burjuva siyaseti içerisindeki it dalaşının seyrine paralel olarak bugünküne benzer gerilim dönemleri yaşanacaktır.
KöZ Bu Çekişmeleri Nasıl Açıklamıştı?
KöZ’ün arkasında duranlar bu paylaşım kavgasına sık sık dikkat çekti. Burjuva siyaseti gerginleştikçe sesleri daha çok çıkan öznelerin AKP’nin, CHP’nin, Cumhurbaşkanı’nın bu sürecin asıl kahramanı olmadığını, burjuva siyasetindeki kavgaların perde arkasında sermaye grupları olduğunu vurguladı. TÜSİAD’la, OYAK arasındaki uzlaşmaların ve çatışmaların altını çizdi. Sermaye grupları arasındaki rekabetin ancak Amerika’nın, Fransa’nın ve Almanya’nın Ortadoğu’da tutuştuğu paylaşım kavgasına bağlı olarak anlaşılabileceğini savundu.
2005 yılının başında yaptığımız tespitlerde emperyalistler arasındaki paylaşım kavgasında ve Türkiye içindeki sermaye grupları arasındaki rekabette nispi bir dengenin oluştuğundan söz etmiş başta Fransa ve Almanya olmak üzere emperyalistlerin Ortadoğu’da şimdilik bükemediği bileği öpmeyi tercih ederek Amerikan planını açıktan sabote etmeye koyulmayacağını vurgulamıştık. Bu durumun Türkiye’deki yansımasının da günlüğüne “Amerika bize karşı” diye yazan amiralin de itiraf ettiği gibi TSK-OYAK’ın hem Amerika hem de TÜSİAD karşısında aynı tutumu benimsemesi anlamına geleceğini ifade etmiştik. TSK-OYAK’ın da şimdilik ne Amerika’ya ne TÜSİAD’a ne de Washington’un “yürü ya kulum” dediği AKP’ye açıktan karşı çıkmayacağını, bunu alttan alta ülkenin bölünmez bütünlüğü ve şeriat tehlikesi gibi elinin kuvvetli olduğu kâğıtları kullanarak yapacağını öngörmüştük. Nitekim bugüne kadarki gelişmeler de bu öngörüyü doğruladı.
2007 yılında burjuva siyasetinde yaşanan alevlenmenin nedeni emperyalistler ve sermaye grupları arasındaki güç dengelerinin değişmesi değildir. Bu alanda esaslı bir değişiklik olmamıştır. Ne diğer emperyalistler Ortadoğu’da Amerika’nın projesine alternatif bir projeyi ortaya koyabilecek durumdadırlar ne de TSK-OYAK’ın TÜSİAD’a açıktan meydan okuyacak gücü vardır. Ancak güç dengeleri değişmemiş olsa da 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve ertesindeki genel seçimler burjuva siyasetinde rekabetin keskinleşmesine yol açacaktır.
Birincisi, Kemalist cepheyi oluşturanlar 2002 yılından beri Cumhurbaşkanlığı mevzisinin ellerinden gitmesi kâbusunu görmektedirler. Kuşkusuz Cumhurbaşkanlığı seçimlerini bir AKP’linin kazandığı koşullarda ülkenin şeriata yahut ılımlı islama teslim olmayacağını bilecek deneyime sahiptirler. Ancak Cumhurbaşkanlığı’nın Türkiye Cumhuriyeti’nde taşıdığı kilit önemin de farkındadırlar. 1980 Anayasasıyla birlikte Cumhurbaşkanlığı sembolik bir konum olmaktan çıkarılmış bir yandan bürokrasi içinde kilit atamaları yapma yetkisi diğer yandan da hükümeti frenleyebilme imkânları arttırılmıştır. Cumhurbaşkanlığı’na Tayyip Erdoğan ya da AKP’nin içinden gelecek bir başka kişinin seçilmesi bu bakımdan Kemalist cephenin hükümet ve bürokrasi üzerindeki denetimine darbe vuracak, ibreyi iyiden iyiye rakiplerine ve Amerika’ya çevirecektir.
Tam da bu nedenle bu kesim Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde AKP’yi yıpratma, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden beklediğini bulamasa bile en azından genel seçimlere dek AKP’yi geriletme çabasından vazgeçmeyecektir.
İkincisi verili güç dengesini hesaba katan ve ABD’nin AKP’ye Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde açıktan destek vermemesi, daha ortacı ve “sağduyulu” bir çözüme meyilli olmasıdır. Kuşkusuz ABD Büyükanıt’ı Washington’a çağırıp başta Kerkük olmak üzere türlü konularda balans ayarı verse de AKP’ye açık bir destek sunmuş olmaması Tayip Erdoğan’ı ve dostlarını hırpalanmaya daha müsait bir konuma getirmiştir.
Burjuvazinin İç Dalaşının Keskinleşmesi Sınıf Mücadelesini Tatil Etmez
Burjuva siyasetinde gerilimin artmasının otomatik olarak işçi sınıfının ve ezilenlerin yararına olmayacağı açıktır. Düzen güçleri arasındaki bir kapışmanın ürünü olan 27 Mayıs darbesinin sonucunda sadece silahlı kuvvetlerin rejim üzerindeki vesayeti Milli Güvenlik Kurulu’yla tescillenmemiş aynı zamanda Kürtlerin üzerindeki baskı da katmerlenmiştir. Yine Susurluk kazasından sonra kimi burjuva fraksiyonlarının kirli çamaşırlarının ortaya saçılması sadece düzenin aklanmasına hizmet etmemiş aynı zamanda 28 Şubat darbesiyle birleşerek Gazi rüzgârından güç alan devrimci hareketin geriletilmesine yol açmıştır. 1998-2002 döneminin devrimcilere uygulanan şiddet ve baskı bakımından 12 Eylül dönemini aratan karanlık bir dönem olduğu pek söylenmese de bir ayrıntı değildir. 28 Şubat’ın iş başına getirdiği MHP’li koalisyon döneminde öldürülen, hapse atılan devrimcilerin sayısı 1980-87 arasındakinden daha fazladır. Bunu görmemek için 12 Eylül sonrasında legalist tasfiye yolunu seçmiş olanlarla aynı gözlükleri taşımak lazımdır.
Bugün düzenin iç çekişmeleri 28 Şubat dönemindeki boyutlarda olmasa da düzen güçlerinin işçilerle ve ezilenlerle ilişkilenen tüm güçler üzerindeki baskıyı yükseltmeye başlamış olması bir tesadüf değildir. Onlarca DTP’li il başkanı gözaltına alınmış, Newroz’un kutlanmasını engellemek için bin dereden su getirilmiş, Newroz öncesinde ve sonrasında emekçi mahalleleri ablukaya alınmış, Kürt gazeteleri peşpeşe kapatılmıştır. Yine Genelkurmay Başkanı’nın özel basın toplantısıyla birlikte Gündem gazetesi açık bir şekilde hedef gösterilmiştir. 17 Mart Dolmabahçe mitinginde “Kerkük’e gitme kardeş kanı dökme” gibi pasifist bir pankart açmış bir öğrenci çevresi bile saldırıya uğramıştır. Aynı şekilde Tandoğan’da “Tehlikenin Farkındayız” mitingi düzenleyenlere gösterilen müsamahanın yüzde biri 10 Eylül tutsaklarına sahip çıkmak için bir araya gelmiş kitleye gösterilmemiştir. Bunun böyle olması gayet tabiidir. Asıl yanılsama, hükümetin rakiplerine gösterdiği müsamahayı sınıf düşmanlarını temsil etme iddiasında olanlara da göstermesini beklemektir.
Bu durum karşısında “filler tepişir çimen ezilir, filler sevişir çimen ezilir” klişesine sarılanlar, dönemin geçmesini tevekkülle bekleyenler az değildir. Oysa ne burjuvazi çim üzerinde rahatça turlayan fillere benzer, ne de emekçiler alınyazısına katlanan uysal çimenlere benzemektir. Emperyalist zincirin en zayıf halkası olmaya aday, bölgenin en köklü, kitlesel ve örgütlü devrimci hareketini bağrında taşıyan bu topraklar için bu saptama bir kat daha doğrudur.
Devrimciler hâkim sınıfın içinde yükselen ve boyutlanan çatışmaların aynı zamanda düzenin, deri değiştiren yılan misali, saldırılara en açık hale geldiği, en kırılganlaştığı süreçler olduğunu bilirler, bilmelidirler. Yeter ki devrimciler burjuva akımların kuyruğuna takılmasınlar, sınıf düşmanlarına karşı bayrakları karıştırmasınlar. Yeter ki devrimciler kendilerini dev aynasında görmeden ama ellerindeki birikimi ve imkânları da küçümsemeden, ortak bir şekilde mücadele etme basiretini göstersinler.
Devrimci güçlerin kendi çizgisini koruyarak sınıf içinde ve ezilenler arasında yürüttüğü çalışmaları ortak bir kanala akıtmasının doğuracağı sonuçları belki devrimcilerden daha iyi gören burjuvazinin rakip kesimlerinin temsilcileri bir yandan kendi içlerindeki dalaşı şiddetlendirerek sürdürürken beri yandan da düzenlerine yönelik tehlikeleri en sert biçimde bertaraf etmeyi ihmal etmemektedirler.
2007 baharında tam da bu nedenle saldırılarını arttırmakta, özellikle 1 Mayıs öncesindeki belirsizliği arttırma gayreti göstermekte, kendi ekmeğine yağ sürecek her türden provokasyona çanak tutmaktadır. Böylelikle burjuvazi kendi içindeki dalaşmayı fırsat bilerek topyekün bir saldırıya geçmenin yollarını araması gereken devrimcilere inat, işçi hareketini ve devrimcileri kendi iç dalaşlarına yedeklemenin yollarını aramaktadır. 1 Mayıs yaklaştıkça hem baskıların hem de bu arayışların artacağı kuşkusuzdur.
Kendi İçinde Didişen Burjuvazi 1 Mayıs’tan Ürküyor
1 Mayıs’ın işçilerin ve emekçilerin katılmadığı, Kürtlerin itibar etmediği bir gösteri şeklinde geçmesi burjuvazinin temel dileğidir. Burjuvazi Newroz alanlarını halayları ve zılgıtlarıyla dolduran, işçi sınıfının en örgütsüz ama paradoksal bir biçimde halihazırda en militan politikleşmiş kesimlerini oluşturan göçmen Kürt işçilerinin 1 Mayıs alanına yaklaşmasını bile istemiyor. Burjuvazi devrimcilerin damgasını vuramadığı, reformistlerin gölgesinde kutlanan, hain sendika bürokratlarının işçi önderi diye alkışlandığı silik ve şovenizmin gölgesinde bir 1 Mayıs istiyor.
Öte yandan 1 Mayıs’ın ardından Cumhurbaşkanlığı düğümü çözülür çözülmez genel seçimlerin gündeme geleceği sır değil. Bu seçimlerde Kürt yığınlarının bağımsız bir siyasal odak olarak yer alması birbiriyle dalaşan sermaye kesimlerinin ortak kâbusu ve her iki tarafın da elini kolunu bağlayan bir paradoks oluşturuyor.
AKP’nin rakipleri seçimlerde onu zayıflatmak için Kürt yığınlarının oylarını AKP’nin arkasından çekmek zorunda olduklarını biliyor. Ama Kürtlerin AKP’nin arkasından çekildikleri takdirde kendilerine yönelmeyeceklerinin de farkındalar. O nedenle AKP’yi Kürtlerle çatıştırarak Kürtlerin hem ondan soğumasını hem de sindirilmelerini istiyorlar. Ama bir yandan şovenizmi pompalayarak AKP’yi sıkıştırmak isterken, beri yandan da bu şovenizmin önlenemeyecek bir çatışmayı tetikleyip kendilerini zora sokacak bir dinamiğe yol açmasından endişe ediyorlar.
AKP ABD’nin ondan beklediği adımları attığı takdirde hem rakiplerinin elini güçlendirmekten ve kendi içinde bir muhalefetin yükselmesinden hem de güneydeki gelişmelerden etkilenen kuzeyli Kürtlerin kendisinden bağımsız bir güç haline gelmesinden endişe ediyor. Bu nedenle özellikle Kürtlerin seçimlere bağımsız adaylarla girmeleri ve bu yolla Güneydeki Kürtlerin Türkiye siyasetinde bir etki gücü kazanmasından endişe ediyor.
Kürtlerin AKP’yi desteklemesi AKP’nin tekrar tek parti olarak iktidara gelmesine yol açacak; geçen seçimlerdeki gibi şovenist bir partinin şemsiyesi altına sokulması da gene Kürt seçmeninin AKP’ye yönelmesine yol açacak. Bu açmaz birbirleriyle dalaş halindeki burjuva güçlerinin önündeki en ciddi sorunlardan biri. O nedenle yaklaşan 1 Mayıs da hem bu sorunun yarattığı gerilimin hem de işçi hareketinin birbiriyle dalaşan sermaye kesimlerinin düzenin duvarlarında yarattıkları çatlaklardan yararlanarak toparlanmasını önleme kaygılarının etkisi altında şekillenecek gibi gözüküyor. 2007 1 Mayısı’na giderken hem devrimcilere yönelik baskı ve kovuşturmalar hem de Kürtleri sindirip tecrit etme yönündeki tedbirler giderek artıyor. Ama burjuvazi devrimcileri sadece baskı ve kovuşturmalarla etkisizleştirmeyi başaramayacağı gibi Kürtleri de sadece baskı ve tehditlerle tecrit etmesi de mümkün değildir. Bu amaç ancak baskı ve tehdit politikalarının yanı sıra burjuvazinin işçi hareketi ve Kürt hareketi içindeki uzantıları olan oportünist siyasetlerle sendika bürokratlarını devreye sokmak suretiyle sağlanabilir.
Düzen ve Devrimciler Sendika Bürokratları Kime Hizmet Ediyor?
Burjuvazinin farklı kesimleri 1 Mayıs’ı bölmek, zayıflatmak, Kürtleri tecrit etmek ve devrimcilerle sosyalistleri ve sendikaları yedeklemek için planlar yaptığı sırada, devrimci ve sosyalist akımlar da ortak bir inisiyatif ile «77 1 Mayısının otuzuncu yıldönümünde Taksimde birleşik kitlesel ve devrimci bir 1 Mayıs» hedefiyle öne çıkmıştırlar. Buna karşılık elbette DİSK de eş zamanlı olarak sahneye çıkmış ve 1 Mayıs’ı kendi amaçları doğrultusunda istismar etmeye başlamıştır. 2004 yılından beri Taksim’e çıkmayı zorlayacağını söyleyen DİSK bu sefer KESK ve TMMOB’u da yanına alarak gemileri yaktığını her ne olursa olsun 1Mayıs 1977’de düşenleri anmak, 77 Katliamı’nın faillerinden hesap sormak için 1 Mayıs’ı merkezi bir biçimde Taksim’de kutlayacağını söylemiştir.
DİSK’in tutumu devrimcilerin girişimine karşı bir planı ifade etmektedir. Aynı zamanda da sol lafazanlıkla sağcılığın oportünizm madalyonunun iki yüzü olduğunu bir kez daha doğrulayan ibret verici bir örnek oluşturmaktadır. Bir yandan solcu naralarla Taksim’in 1 Mayıs’a açılması için hükümet güçleriyle pazarlık eden DİSK, diğer yandan bu pazarlığın başarıya kavuşması için sürekli olarak devrimcilere sağduyu telkin etmekte, polis saldırısına fırsat verecek sloganlar atmamalarını, sakıncalı pankartlar taşımamalarını istemektedir. DİSK devrimcileri yedekleyerek kendine tabi, kendi hesapları için kullanabileceği bir kitleyi 1 Mayısa taşımayı hedeflemektedir. Bu aynı zamanda gelecek seçimlerde CHP ile pazarlık etmek için elini kuvvetlendirme arayışıdır. Bu bakımdan DİSK’in devrimcilere Taksim eylemini yeni bir Hrant Dink eylemine çevirmeyi önermesi şaşırtıcı değildir. Bunun ardından CHP’nin 1 Mayıs’ı Tandoğan Eylemine dönüştürme önerisi ile çıkagelmesi de tesadüf değildir.
DİSK’in tutumu şovencedir. Zira her ne kadar DİSK yönetimi 14 Nisan eylemine katılmamaya özel bir gayret göstermiş olsa da yürüttüğü Taksim kampanyasıyla birlikte CHP’nin Genelkurmay’ın 14 Nisan’ı 23 Nisan’a, 23 Nisan’ı 1 Mayıs’a bağlamasının, 1 Mayıs’ın “orduya sadakat şerefimizdir”, “vatan bölünmez” sloganlarıyla lekelenmesinin koşullarını oluşturmuştur. DİSK, KESK, TMMOB diledikleri kadar “eylemimiz Cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale amacı taşımayacak” diye beyanlarda bulunsunlar, 1 Mayıs öncesinde işçi sınıfının ve Kürtlerin bu azılı düşmanlarının provokasyonlarına açık bir zemin yaratmışlardır. Güney Kürdistan’a yönelik tehditlerle birlikte düşünüldüğünde, 1 Mayıs öncesinde yaratılan bu atmosferin Kürt emekçileri alanların dışına iteceğini söylemeye bile gerek yoktur.
DİSK’in tutumu arsız bir tutumdur. Çünkü eğer amaç gerçekten 1 Mayıs 1977’nin sorumlularından hesap sormaksa, buna DİSK’ten ve DİSK’i o dönem hâkimiyeti altında tutan TKP’lilerden başlamak gerekirdi. Ama elbette böyle bir hesap sorma DİSK’in şemsiyesi altında yapılabilecek bir iş değildir. Bu nedenle 1977 1 Mayıs’ının 30. yıldönümünde DİSK’in 77’nin hesabını sormak üzere Taksime çıkma söylemi aslında devrimcilerin 77 1 Mayısı’nın hesabını sormalarını önlemek üzere bir manevradır aynı zamanda.
Devrimci geçmişlerini bir kambur gibi taşıyan örgütler kendi militanlarını bu konu hakkında bilgilendirmekten kaçınsa da 1977’de devrimcileri alana sokmayacağını açıklayarak ve «Maocu bozkurtların 1 Mayıs mitingine saldıracağı» hakkında şayialar yayarak 1 Mayıs’taki provokasyona çanak tutanlar DİSK ve TKP idi. 1 Mayıs sonrasında “Maocular işçilere ateş açtı” diye bas bas bağıranlar bugün 1 Mayıs 1977’nin sorumlularından hesap soruyormuş gibi yaparak kendi geçmişlerini de pişkince aklamak istemektedirler.
Tüm bunlardan ötürü DİSK bürokratları da Türk-İş’li ikiz kardeşleri gibi 1 Mayıs 2007’de burjuvaziye 1 Mayıs eylemlerini bölüp zayıflatmak için gökte ararken yerde bulduğu bir fırsat vermiştir.
Türk-İş bürokratları DİSK’in önderliğinde bir Taksim mitingi tartışılırken, misyonlarının gerektirdiği adımı atarak İstanbul’daki 1 Mayıs’ı bölmek üzere Kadıköy’de 1 Mayıs mitingi için başvuruda bulunmuştur. Valilik de bu adımı destekleyerek Taksim’de 1 Mayıs’a izin verilmeyeceğini sert bir dille açıklamakta gecikmemiştir. Tam bu noktada Tandoğan Mitingi’nin parsasını kendi küfesine toplama hevesindeki CHP, bu mitingin anaforuna kapılmayan devrimcileri sosyalistleri ve sendikaları yedeklemek için 1 Mayıs’ın bölünmesini fırsat bilerek hamlesini yapmıştır. Böylece 1 Mayıs’ın içeriğini boşaltıp sermayenin iç hesaplaşmalarına alet etme yönündeki girişimlere bir yenisini eklenmiştir.
Birleşik Kitlesel Devrimci Bir 1 Mayıs Ne Demektir?
Devrimciler kimin elinin kimin cebinde olduğu, kimin kulağına kimin ne fısıldadığının belli olmadığı bu iklimde 1 Mayıs 2007’de önlerine koyacakları hedefleri bu çekişmelerden bağımsız bir biçimde ve açıklıkla tarif etmek zorundadırlar. Nitekim nispeten erken sayılabilecek bir zamanlamayla oluşturulan Devrimci 1 Mayıs Platformunun yayınladığı ve KöZ’ün de imzacısı olduğu ortak bildiri bu yönde bir girişimi temsil etmektedir. “Emperyalist işgalin ve saldırganlığın arttığı, milyonlarca işçi ve emekçiye kölelik ve sefalet koşullarının dayatıldığı, ırkçı, şovenist histeri dalgasının tırmandırıldığı, tüm bunlara devletin baskı, yasak ve terörünün eşlik ettiği bir dönemde 1 Mayıs’ı karşılıyoruz. Böylesi bir dönemde bu saldırılara karşı tarihsel ve güncel anlamına uygun birleşik, kitlesel, devrimci bir 1 Mayıs’ın örgütlenmesi hayati önem taşımaktadır.” O halde sendika bürokratlarının şu ya da bu kesiminin çıkarlarına ve burjuvazinin iç dalaşına alet olan, Kürtlerle işçileri birbirinden koparmaya hizmet eden bir 1 Mayıs bu işlevi yerine getiremeyecektir. Demek ki tarihsel ve güncel anlamına uygun birleşik, kitlesel, devrimci bir 1 Mayıs için devrimciler her şeyden önce 1 Mayıs eyleminin bölünmesine ve zayıflatılmasına neden olanların ve Kürt emekçilerini 1 Mayıs’tan uzaklaştırma ve tecrit etme yönündeki tutum ve girişimlerin karşısına hep birlikte dikilmelidir. Sadece DİSK bürokratlarından değil Türk-İş bürokratlarından da yüzlerine karşı hesap sormakla yükümlü olduklarını unutmamalıdırlar.
“‘77 Taksim 1 Mayıs katliamının yıldönümü önümüzdeki 1 Mayıs’a tarihsel bir anlam yüklemektedir. Bu anlamı ile birlikte düşünüldüğünde 2007 1 Mayıs’ının birleşik, kitlesel, devrimci bir tarzda Taksim’de kutlanması bir gerekliliktir.”
Demek ki 2007 yılında 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasının özel bir anlamı vardır ve bu anlama uygun bir tutum aynı zamanda 77 1 Mayısı’nın aynı alanda bütün muhataplarından hesap sormayı gerektirir. Bu hesap sorma ise herhalde DİSK’in sormak istediği ve sormakla yetinebileceği türden bir hesap değildir. Devrimciler 77 1 Mayısı’nın hesabını 77 yılında devrimcilerin sorduğu içeriğe uygun biçimde sormakla yükümlüdür. Yani bu hesabı kendi devrimci geçmişlerinin üzerini örtmeden sormakla yükümlüdürler. Bu bakımdan o provokasyona zemin hazırlayan çanak tutan TKP’li oportünistlerin ve onların güdümündeki sendika bürokratlarının sorumluluklarını da dile getirmek ödevi de ödevleri arasındadır. 77 1 Mayısı’nın Taksim’de sorulması ancak bu boyutuyla birlikte ele alındığı zaman gerçek anlamını kazanacaktır. DİSK’in düzenleyicisi olduğu bir 1 Mayıs mitingine katıldıkları takdirde dahi devrimciler bu mitingde 77’nin hesabını DİSK’ten de sormayı ihmal etmeden bu mitinge müdahale etmek amacıyla katılmalıdır. Aksi takdirde dar ve günlük çıkarlar adına devrimci ödevlerinden feragat etmiş yani oportünizme düşmüş olacaklardır.
“Mevcut şartlar içerisinde işçi ve emekçilere kapatılan Taksim Meydanı’nda tarihsel ve güncel anlamına uygun bir 1 Mayıs eyleminin gerçekleşmesi herşeyden önce devrimci kurumların, sendika ve kitle örgütlerinin ortak bir irade göstermesine, daha bu günden biraraya gelerek etkin ve yaygın bir ön hazırlık çalışması yapmasına, en geniş kitleleri böylesi bir 1 Mayıs’a hazırlayarak devletin bu noktada oluşturacağı engelleri aşmasına bağlıdır”
Demek ki «Taksim Meydanında tarihsel ve güncel anlamına uygun bir 1 Mayıs» devrimci grupların sadece kendi başlarına sağlayabilecekleri bir eylem değildir. Bunun için sendika ve kitle örgütlerinin ortak bir irade göstermesi de gerekir ve bunu sağlamak üzere yaygın bir önhazırlık ile en geniş kitlelerin böylesi bir 1 Mayısa hazırlanması gerekir. Bu yönde karar alan kurumlarla yetinilmemeli başkalarının da bu doğrultuda karar alması için çalışılmalıdır.
Peki bu sağlanamazsa ve Türk İş bürokratlarının manevrasıyla işçiler bölünürse bu görev gündemden düşecek midir? Türk-İş bürokratlarının etkisi altında Kadıköy’de İzmir’de ve başka yerlerde 1 Mayıs için toplanan kitleler o bürokratların ve onların peşindeki oportünistlerin etkisi altına mı terk edilmelidir? Bilakis eğer önceden bu bölünme engellenemiyorsa, devrimcilerin ödevi o eylemlere de müdahale ederek Türk-İş bürokratlarını o kitlelerin önünde teşhir etmek ve 1 Mayıs’ın tarihsel ve güncel anlamını o alanlarda da duyurmayı kendi sözlerinin bir gereği olarak görmektir.
“2007 1 Mayısı’nın emperyalist saldırganlığa, sosyal yıkım saldırılarına, neo-liberal politikalara, Kürt ulusuna yönelik imha ve inkâr uygulamalarına, ırkçılığa ve şovenizme, devlet terörüne yanıt olacak bir tarzda tarihsel ve güncel anlamına uygun olarak Taksim’de kutlanmasını hedeflemekteyiz.”
Demek ki sorun nasıl olursa olsun Taksim alanına çıkmaktan ibaret değildir. 2007 1 Mayısı’nın tarihsel ve güncel anlamına uygun olarak Taksim’de kutlanabilmesi için aynı zamanda Kürt ulusuna yönelik imha ve inkâr uygulamalarına, ırkçılığa ve şovenizme de yanıt olacak şekilde kutlanması gerekir. Bunun CHP ve başka burjuva partilerinin 1 Mayısa yönelik tertiplerine açıkça ve kararlı biçimde tavır almayı gerektirdiği açıktır. Sırf Taksim’e yönelmek için bu görevi rafa kaldırmak kabul edilecek bir tutum değildir.
KöZ’ün arkasında duran komünistler altına imza attıkları “‘77 katliamının hesabını sormak için, Taksim’de 1 Mayıs yasağına son vermek için, birleşik, kitlesel, devrimci 1 Mayıs’ı Taksim’de birlikte örgütlemek için tüm devrimci yapıları, sendika ve kitle örgütlerini güçlerini birleştirmeye, biraraya gelmeye çağırıyoruz.” sözlerini bu biçimde kavramaktadır. Ve bu kavrayışın gereğini yerine getirmekle kendilerini yükümlü görmektedirler.
Estirilen tüm belirsizlik rüzgârlarına, körüklenmek istenen tüm provokatif didişmelere inat, birleşik kitlesel ve devrimci bir 1 Mayıs için öncelikli görev, devrimci güçlerin birliğini ve dayanışmasını, türlü nedenlerle Devrimci 1 Mayıs Platformu’nun dışında duran devrimci güçleri de kucaklayacak şekilde sağlamaktır. Bu sadece daha çok devrimci çevre ve örgütü bir araya getirmekle yetinmek değildir. Bilakis bu devrimcilerin birleşik gücünü «birleşik kitlesel ve devrimci bir 1 Mayıs» için eşgüdüm içinde seferber etmek anlamına gelir. Bu bakımdan nerede düzenlenirse düzenlensin, eylem sırasında düzen güçleriyle yaptıkları türlü pazarlıklar ve ittifaklar nedeniyle devrimcilerin sesini kesip onlara sansür uygulamaya yeltenenlere inat, devrimciler ancak kendi bayraklarını ve şiarlarını birlikte yükseltebiliyorsa 1 Mayıs’a damgalarını vurabilecektir.
Yaklaşan 1 Mayıs'ta Komünistlerin Ödevleri
KöZ’ün arkasında duranların 1 Mayıs öncesinde önlerine koydukları görevleri nasıl tarif ettikleri “güncel ve tarihsel anlamına uygun birleşik devrimci ve kitlesel bir 1 Mayıs”ı nasıl kavradıklarıyla yakından ilişkili.
Önümüzdeki görev «Taksim’de birleşik kitlesel ve devrimci 1 Mayıs» hedefinin sadece Taksim hedefine indirgenmesine izin vermemek, buna ortak olmamaktır. İstanbul’da Devrimci 1 Mayıs Platformu’na sadece Taksim’e çıkabilmek için değil, düzen güçlerine yedeklenmemek, devrimci propaganda ve ajitasyon özgürlüğünden taviz vermeye razı olmamak koşuluyla katıldığımızı unutmayacağız, unutturmayacağız.
1 Mayıs’ta sadece devrimcilerin Taksim’e dönük bir eylemiyle yetinmeyip işçilerin ezici çoğunluğundan uzaklaştırılan 1 Mayıs’ı inadına varoşlara taşımak ve varoşlardan akan güç ile beslemek şarttır. Alanlarda güç birliği yapan devrimciler varoşlarda emekçileri 1 Mayıs’a birlikte çağırabiliyorsa, 1 Mayıs öncesinde ve sonrasında emekçi mahallelerinde yürüyüşler düzenleyebiliyorlarsa 1 Mayıs’a devrimciler damgasını vuracaktır. Yıllardır 1 Mayıs alanına gitmeden önce varoşlarda buluşan ve yürüyen KöZ’ün bu tutumu bu yıl daha da büyük bir önem taşımaktadır. Öyleyse bu eylem KöZ’ün bir etkinliği olmaktan çıkarılmalı tüm devrimci güçler ve yüzünü işçi sınıfına dönmüş kitle örgütleri tarafından da sahiplenilmelidir. Bu nedenle 2007 1 Mayısı’na, özellikle de İstanbul’da, gitmeden varoşlarda buluşmayı ve 1 Mayıs’a alternatif olmasa da varoşlarda çalışma yürüten güçlerin bağımsız eylemini gerçekleştirme görevini önümüze koyuyoruz.
KöZ’ün arkasında duran komünistler sendikalarda ve büyük fabrikalardaki işçiler arasında çalışmayı en öncelikli görev olarak seçmediklerini baştan beri ilan ediyor. Ama yıllardır özellikle ve öncelikle bu kesimler arasında çalışmak gerektiğini savunanların varlığı da sır değil. Bu koşullarda sendikalarda ve büyük işletmelerde çalışan devrimcilerin samimiyet ve ciddiyetlerinin ölçülmesi de zor değildir. Öncelikle sendikalı kesimler içinde çalışma konusuna vurgu yapanların sendikalar içinde, sendika yönetimlerine karşı tutumlarla çalışanların da ödevleri vardır. Bu ödevlerin başında çalıştıkları için 1 Mayıs mitinglerine katılamayan işçilerin işyerlerinden, yani kendi durdukları yerden de 1 Mayıs eylemlerine katkı sunmasını sağlamak gelir. Geçmişte pek çok örnekleri bulunabileceği gibi işyerlerindeki işçilerin kendi durum ve koşullarına göre 1 Mayıs eylemleri yapmaları imkânsız değildir. Bunlar arasında sembolik iş durdurma, saygı duruşu, yemek molasında, paydos zamanında iş giriş ve çıkışlarında muhtelif eylemler yapılması vardır. 1 Mayıs günü çalışan işçilerin düzen güçlerinin ve sendika bürokrasilerinin 1 Mayıs'ı zayıflatma planlarına karşı mücadeleye katkı koymalarını sağlamak için çalışmak da devrimcilerin ödevleri arasındadır.
1 Mayıs günü fabrikalarda çalışan işçilerin ve işçi sınıfının sendikasız sigortasız kesimlerinin bu tür eylemler vasıtasıyla buluşması büyük önem taşır. Bu kesimlerin mücadelede birleşmesi yolunda en önemli adımlardan biri de bu buluşmanın sağlanması olacaktır. O zaman 1 Mayısların başına örülmek istenen çorapların sökülüp atılmasının en önemli koşullarından biri de gerçekleşmiş olacaktır.
KöZ’ün arkasında duranlar alanlarda devleşebilmenin önkoşulunun varoşlarda birleşmek olduğunu yıllardır ısrarla tekrarlıyorlar. Devrimciler 1 Mayıs’a sınıfın aynı kesimi içinde farklı mecralarda yürüyen çalışmalarını eşgüdüm içinde alana taşıyabildikleri oranda damgalarını vuracaktır. Tam da bu nedenle 1 Mayıs günü içinde çalışma yürüttüğümüz kurumların hem birbirleriyle hem de diğer devrimcilerin faaliyet gösterdiği kurumlarla 1 Mayıs alanına çıkmasını da görevlerimiz arasında sayıyoruz. İzmir’de, içinde bizim de bulunduğumuz bir dizi devrimci akımın ve kitle örgütünün ortak emeğiyle gerçekleşen yedinci koordinasyon toplantısı bu doğrultuda temennilerle yetinilmeyeceğini, somut adımlar atmanın mümkün olduğunu gösterdi.
Kitle örgütlerinin yedinci buluşması, her yeni buluşmanın bir öncekini nitelik olarak aştığını doğrularcasına, devrimcilerin birbirinden irtibatsız, kimi zaman da rekabet içinde faaliyet yürüttüğü, birçok kitle örgütünün, bu sefer sendikaları da kapsayacak şekilde, birbiriyle somut bir dayanışma içine girmesinin yolunu döşedi. Koordinasyon buluşmasında birçok şehirden kitle örgütlerinin önemli bir bölümü ortak bir 1 Mayıs bildirisi çıkardılar. Bu kurumların yabana atılmayacak bir bölümü İstanbul ve İzmir’de alanlara birlikte çıkacaklarını bildirdiler. Bu doğrultudaki girişimlerin önünü açmaya devam edeceğiz.
2007 1 Mayısı’nda İstanbul dışındaki emekçilerin DİSK’in “Taksim’de merkezi miting” gösterisine kurban edilmesine engel olmayı da önümüzde duran görevlerin bir parçası olarak kabul ediyoruz. Mersin’de aylardır grevde bulunan serbest bölge işçilerinin mücadelesi 1 Mayıs alanlarına taşınmalıdır, İzmir’deki kundura işçilerinin, OSTİM’de ter döken sendikasız sigortasız işçilerin sesi 1 Mayıs alanlarında duyulmalıdır. 1 Mayıs işçi sınıfının bu en çok ezilen ve sömürülen aynı zamanda en dinamik kesimlerine taşınmalıdır. İstanbul dışındaki 1 Mayıs’a, illerde devrimcilerin kitlelerin 1 Mayıs için seferber edildiği her alanı 1 Mayıs alanına çevirebiliyorlarsa 1 Mayıs’a damga vurabilecekleri bilinciyle yaklaşacağız.
1 Mayıs üzerine düşürülmek istenen postal gölgesine karşı durmak görevini önümüze koyuyoruz. Bunu yapmanın yolu DİSK yöneticilerinin ve ortaklarının yaptığı gibi generallerin dostlarına utangaçça muhalefet etmek, 1 Mayıs’ta Hırant Dink’in cenazesinin benzeri pankartsız, slogansız törenler düzenlemek, başka bir deyişle sol liberallere teslim olmak değildir. Devrimciler 1 Mayıs’a Kürt ulusuna yönelik şoven ve sosyal şoven saldırılara cepheden ve gür bir sesle karşı çıkabildikleri oranda ve varoşlardaki devrimci dinamiği 1 Mayıs eylemlerine taşıyabildikleri takdirde damgalarını vurabilirler.
Komünistlerin birliğini savunanlar şovenizme ve sosyal şovenizme karşı mücadele etmek için bir yandan metropollerdeki Kürt ve Türk işçilerinin tek bir sendikada örgütlenmesi ve kardeşleşmesi yolunda ısrarlı bir çaba içinde bulunmayı sürdürdüler. Bunu yaparken Newroz alanlarında Kürtlerin Esaretinin İşçilerin Esareti olduğunu haykırmayı, ezen ulus milliyetçiliğine cepheden karşı çıkmayı ihmal etmediler. Kürdistan’a Özgürlük şiarını sosyal şovenizmin kol gezdiği 17 Mart mitingine bile taşıdılar. 1 Mayıs’ta bu tutumuzda ısrar edeceğiz.
Önümüzdeki görev 1 Mayıs 2007’nin DİSK’in ve tepesine çöreklenmiş oportünistlerin kendilerini akladığı bir kampanyaya dönüşmesine engel olmaktır. Şovenizme karşı tutum bu konuda en elverişli araçlardandır.
Öte yandan sendika bürokratlarından, devrimcilerin işçi dostu maskesi takmış düşmanlarından hesap sormadan 77 1 Mayıs’ının sorumlularını açığa çıkarmak mümkün değildir. Devrimciler DİSK’in 77 Katliamı’ndaki sorumluluklarını unutturmadıkları sürece 1 Mayıs’ta DİSK’in peşine takılmaktan kurtulabilir, kendi bağımsız seslerini duyurabilirler. 1 Mayıs DİSK’in kendini aklama kampanyası, bellek silme operasyonu boşa çıkarılırsa tarihsel ve güoncel anlamının hakkı verilmiş olacaktır. Bu nedenle komünistler 1 Mayıs’a “Sendika bürokratlarından ve oportünistlerden hesap sorulmadan 1 Mayıs 77’nin hesabı sorulamaz” şiarını yükselterek katılacaklar.
Bu görevleri kendi başımıza hakkıyla yerine getiremeyeceğimizi, sadece bizim değil, hiçbir devrimci akımın bunu tek başına başaramayacağını aklımızdan çıkarmıyoruz. Bu yüzden tüm devrimci güçleri bu sorumluluğu paylaşmaya çağırıyoruz, aynı doğrultuda bizim dışımızda yapılan çağrılara tereddütsüz ses veriyoruz. Ama bir başımıza kalsak da bu doğrultuda ilerlemeye kararlıyız. Bu niyetimizi ve kararlılığımızın nasıl somutlandığını komünistlerin KöZ sayfalarına yansıyan faaliyetlerinde gözlemek mümkündür. Sağa sola bakmadan ve kendi deneyimlerimizden güç alarak yolumuza devam edeceğiz.
Sorumluluk alıp öne çıkanlarla omuz omuza mücadele edeceğiz.
Kaynak: http://www.kozonline.org
|
|
|